3 Ekim 2011 Pazartesi

Lose & win

Bu yazı bazı önemli / önemsiz şeyleri hala sindiremediğimin eseri. Bazı hisler, zamanla değişikliğe uğramalarıyla birlikte halen benimle dans ediyorlar. Vals yapıyorlar! Vals kadar asil olmasın tabii. Hayat bir sistem ise eğer, bozuk, düzensiz, ne idüğü belirsiz rastgele işleyen bir sistemin içerisinde beyni kontrol edilmişçesine ilerleyen arkadaşlıkları barındırıyor, ne üzücü. Sistemin yanında veya karşısında olmak gibi bir asilik değil benimkisi, tamamiyle hakkını aramak gibi bir şey. Bazı tuhaf rastlantılar, sistemli atılımlar ile yanlız bırakıldığımı gayet iyi anlıyorum fakat hiç hoşlaşamıyorum. Bu sefer kazandım mı yoksa kaybettim mi pek anlayabilmiş değilim yarım yılı aşkın süre zarfında. Edindiğim tecrübeyle sabit oranda bir de kaybettiğim birkaç şey olması beni deli ediyor. Hayatımda ilk defa hakkımda tezgahlanan bir oyunun kaybeden'i oldum. Şurada 2 küsür ayım kaldı ve bu hadise beni deli ediyor.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Gigantic

Son zamanlarda izlediğim en tuhaf film olma özelliğini taşıyan bir filme dair başlıktı bu. Bşarollerini dünya güzeli Zoey Deschanel ve Little Miss Sunshine'dan aşina olduğum Paul Dano paylaşmakta. Garip bir şekilde tam 4 kez Zach Galifianakis'i alakasız sahnelerde Brian'ı (P.D.) döverken gördüm ve alakayı anlayamadım. Kesin bir bilen vardır diye düşünüyorum, zaten film biteli birkaç dakika oldu, araştırmak şu an benim için çok erken.
Babası 51 yaşında iken dünyaya gelmiş bir çocuk bu. Biraz içine kapanık, gülmeyi sevmeyen ve zeki biri. 8 yaşında babasının ona doğum gününde almış olduğu hediye yerine çinli bir bebek istemiş garip biri işte. Pahalı ve özel yataklar satan bir yatakçıda çalışmakta, doktorasını da yapmakta (?) olan biri.
Bu arada John Goodman (Al Lolly) bir gün yatak satın almak için buraya gelir ve olaylar zinciri burada başlar. Al, ağrılar çeken, omurgasında sorun olduğunu zanneden ama aslında hiç de öyle olmayan tabir-i caizse biraz hastalık hastası bir adamdır bu arada.
Tam 14 bin dolarlık bir isveç yatağı alır (*) ve bu yatağı daha sonra kızının gelip alacağını söyleyerek ordan ayrılır.
Derken zaman ilerler ve kızı gelir. İsmi Lolly aka Happy...

Ve ben yine yeni yeniden Zoey Deschanel'a taparım... Daha ne yazayım ki, filmin konusunu ya da ilerleyen kısımları anlatacak değilim. Sadece güzel ve ilginç bir film olduğunu söylemek istedim. Çok bi'şey beklemeyin sayın eleştirmenler.

Bir başka film anlatımıyla yeniden beraber olmak üzre, esen kalınız.

* İsveçte genellikle geceler uzundur. Bu demek oluyor ki insanlar da bununla orantılı olarak fazla uyur. Hal böyleyken İsveç yatakları neden kötü olsun ki?

23 Haziran 2011 Perşembe

gereksiz

Ne yapacağını bilmemek bir sanattır.
Çoğu zaman ortalıkta dolaştırıp yeni fikirler tasarlamana yardımcı olur. Sonra o fikirler sanata dönüşür. İçeri git ama neden gittiğini bilme, sonra aynaya bak köşesindeki yansımadan nem kap roman olsun hesabı.

Büyük hevesle eline aldığın bulmacanın sağ ve sol alt kısmındaki boşluklara geometrik veya abstract şekiller çizmektir.

Ne yapacağını bilmemek, dolaptan öve öve bitiremediğin günün kurtarıcısı ilan ettiğin o muhteşem içeceği almak yerine ''vaay su varmış'' diye en temel içeceğe davranmaktır.

Gecenin bi yarısında birdenbire sigaranın kalmadığını öğrendiğin andan itibaren giysilerini giymeye başladığın ana kadar olan süre zarfıdır günahı.

Herhangi bir konuda umutlarının tükendiği ana kadar geçen süreçtir. Ha tükendikten sonrası ''son'' dur zaten. En basit mantıkla sonun ötesi var mı diye sorarım...

Uzun bir yazı yazarken aklına bir şey gelmemesiyle tüm vücudunda beliriveren o garip yorgunluk hissiyatının dışa vurumudur. Elin kolun bir anda yerküreye hücum eden kafa kısmını tutma çabaları buna en iyi örnektir.

Ölçü birimi aslında belirsiz olup bazen istisnai şekilde adamı yanıltır. Ama genellikle milisaniyelerdir.

O an dünya umrunda olmadığı için aslında avını gözüne kestirmiş bir etoburdan farkının olmadığını gözler önüne serer.
Uzun lafın kısası ne yapacağınızı bilmemeniz önemli değil bir şeyler yapın yeter.
Mesela zaten var olan bir bardak içecek varken gidip ayriyetten su koyun, o da yetmesin sprite koymak için hazırlıklara başlayın.

Kalın sağlıcakla...

21 Haziran 2011 Salı

Sonsuz sonlu



İlkokuldaydım bunlarla oynarken. Hatta daha da eskidir.
Türlü türlü oyunlar. Kimi zaman futbol topu, bazen basketbol veya bilardo. Misketleri hep amacının dışında kullanırdım evet.
Onları yutmamam ve üzerlerine basmamam için az çaba göstermediğini hatırlıyorum daha dün gibi.
Hiç birini yutmadım ve üzerlerine basmadım.
Gördüğün gibiler, gördüğün gibiyim.



Huzur içinde uyu babacığım...

15 Haziran 2011 Çarşamba

Karmaşa

Hiç kapanmayan, her an yatmaya hazır bir yatak ve yatağın artık tamamına hakim bir kedi. Her daim tüten bir sigara ve hırlayan ciğerler. Brodilsiz bir hayatı bıyıksız veya kuyruksuz bir kediye benzetmek. Loşluk seven fakat o loşlukla kendi de loş olan bir dimağ. Enstrümansız geçen son birkaç ay ve bunun yarattığı buruk haller. Sessizlik ve karşılığında yine sessizlik. Haziran ayında to do list'imin 2/50 olması hali. İzlenmeyen diziler boşa yer kaplayan filmler ve konserler. Askerlik büyük bir moral bozukluğu, adeta tek engelli kariyer koşusu. 2 kişi öpüşüyor abstract altında ve müthiş sürreal. Bu parfümler bana bir yıl dayanırlar lan hadi yırttım. Okunacak kitaplar ve alınacak dergiler.
Burak Kut'tan geliyor:
''Komple bitiğiz biz''.

7 Haziran 2011 Salı

Hoşbulduk.

Evimdeyim odamdayım huzurumdayım. Bu sefer daha az eşyalı daha loş daha modern daha ferah ve daha sessiz. Tek eksik var o da renkler. Püskürtme boya ile mobilyaları farklı renklere boyayıp huzur katsayısını arttırmak ilk hedefim. Renk konusunu böyle çözeceğim.

Ayrıca tam 3 kocaman torba dolusu giymediğim kıyafet, bir kocaman koli dolusu işime yaramayan cd ve dvd, eski sevgililerimin bana aldığı tüm hediyeler ve hatta ilkokuldan bu yana sakladığım ve benim için hakikaten önem arz eden -ettiğini sandığım- ufak tefek şeyleri torbaladım ve yarın çöpe atıcam.

Artık burada daha huzurlu olacağıma emin oldum gibi. Oh diyorum. İyi ettim iyi.
Aa bu arada bir süreliğine kendi evime çıkma fikrimden de uzaklaşmış bulunuyorum. Hesapsız ve acele gerçekleştirdiğim her girişimin faturası sadece ağrılarla yorgunlukla ve üzüntüyle sınırlı kalmaz çünkü.

Hadi bakalım, hoş geldim!

5 Haziran 2011 Pazar

dream of sorrow

Çok acayip bir rüya serisi ile karşı karşıyayım. Hiç emin değilim fakat son birkaç rüyamda devamlı aynı konu işleniyor.

Şöyle:
Garip bir dünya, karanlık, hafif dumanlı hatta siyah beyaz. Sin City kafaları. Tam bir çizgiroman havası yakaladım.
İnsanlar zombie olmuşlar. Hepsi zararlı ve onlar gibi olmayan azınlık arasındayım.
Şimdi ben uçuyorum bi kere, ona göre...
Fakat uçma hakkımı ancak yanıma zombieleşmiş şeyler gelmezse veya onlarla karşılaşmazsam bir şekilde kullanabiliyorum.
Eğer uçmazsam aşağıda hiç istenmeyen bir kargaşanın içinde sürekli kaçmakta olarak buluyorum. Güç kırıcı bu zombieler. Bir şekilde garip bir auraya sahipler ve onların yaklaşmaya başladıkları anda birşeyler söyleyip sonra uçmaya başlayacaksın ve bi evin tepesine konup olan biten her şeyi yukarıdan güvenli bir şekilde izleyeceksin.
Kural bu.

Nerden nasıl girdi rüyama, neden bu sıklıkla girmekte anlayamadım ama tek bildiğim aşağıda gücün emildikten sonra bacaklara kuvvet oraya buraya koşturup onlardan kaçmak fazla yorucu + uyku ziyanı.

Topları külahından ayrılıvermiş bir çocuğun derdinden bile daha büyük bi dert benimkisi.

2 Haziran 2011 Perşembe

The Soloist



Yönetmen kim farketmeden iyi oynayan kaç oyuncu var aramızda?
Çok fanatikçe olacak belki ama Robert Downey JR. abimizin her filmi seyredilebilir kıldığını artık rahatlıkla söyleyebilirim.

L.A. Times'da bir köşe yazarı ve Evsiz bir çellistin fazlasıyla tesadüfi başlayan serüveni. Beethoven'ın heykelinin önünde başlayan ve evsizlerin sığındığı bir yerde dans ederek sona eren güzel bir filmdi.

Her filmde olduğu gibi yine bok atma mekanizmamın tetikte beklediği bir film iken filmin sonunda ''vay be! öpüşmediler'' diyebildim.
Film direkt anlatmak istediği şeyi anlatmak için yapılmış. Senaryoya belkide filme uymayabilecek fakat herkesin beklediği aşk sahneleri eklenmeyivermiş. Tebrik!

Ana yan veya yardımcı temalı olarak müzik işlenen çoğu filme saygı duyuyorum zaten.
Herneyse, sıradaki güzel filmde veya herhangi bir konuda görüşürüz.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Eskici (essskileralyom eskicieee)

Yaşlıyım ben yaşlı, bezim nerde?
Yok o kadar da değil tabi.
Biraz özeleştiri iyidir.
Zaten hayatın yüzde 60'ı özeleştiri. Bunun yüzde 40'ını ilişkilerden diğer geri kalanı ise hayatın akışından dersek doğru olabilir.
(Yüzdelerin doğruluk payı bir misafirlikte önüne konan pırasa veya enginarı çok sevdiğini söylemekle eşdeğerdir.)
Bu geceyi müzikle ve yanında sigara eşliğinde noktalamak istiyorum.

Şimdi neden yaşlıyım?
Defalarca dile getirdiğim bir konu aslında. Bazen kendi kendime bazen de ortak kullanım alanlarına.
Çünkü eskiciyim ben. Totally.
Bir kere eskiyi sevmek güzel, hatırlamak şahane, eskiyle mutlu olmak muhteşem.
Konumuz müzik ve eskici;
Hayatımın her alanında müzik var, enstrüman var, ne bileyim kaset plak cd baget veya zaman zaman sadece mi teliyle harikalar yarattığım gitar.
Her alanda yenilik seven bir insanım fakat bunu müzikal açıdan hiç düşünemiyorum. Hayır yani çok düşündüm, kendi kendime birçok kez bu tezi çürütmeye çalıştım aksini iddia ettim.
I-ıh.
Eskiler hep iyi idi. Eskiler hep hayal kurdururdu, rüyalara bile girerdi. Neredeyse hep güzel şeylere vesile olurdu. Aşklar muhabbetler daimi dostluklar vesaire.
Tabi eskinin bir diğer cazip gelen kısmı da hiç tekrarlanmamış, kirlenmemiş veya kirletilmemiş tertemiz doğası.
Hiç bir tekrar yok. Koltuğuna yapıştıran, düşündüren, kendini sorgulatan bir havası olması eskiyi bin yüz adım öne çıkartıyor.
Kim olduğunu söylemek detaya girmek istemiyorum.
1997 yılında çıkmış bir albümün tüm şarkılarını sevip ezbere bildiğim gerçeği versus yüzlerce kez dinlediğim sevdiğimi düşündüğüm bir müzisyenin tek bir şarkısını çat pat biliyor olmak.
Bilmiyorum bu ne kadar doğru ama kime ve neye göre kıyaslama yapabilirim ki? Kiminki doğru veya kiminki yanlış kim bilebilir?

İşte böyle benim hikayem. Sürekli yeni hikayeler ancak tema hiç değişmiyor ve dönüyor dolaşıyor lunapark, kağıt helva ve koko'ya geliyor.
Buna bir de jeton eklemek lazımdı. Neyse... Onu lunaparktan sayalım.

27 Mayıs 2011 Cuma

psychobabble

Wow!
Ben kaç yıl önce bu şarkıyı dinlerdim be! Hey gidi!

Hatta o dönemki sevgilimin tavsiyesiydi. Şarkıdan bir sürü anlam çıkartıp bunu benimle paylaşıyordu heh.
Frou Frou gerçekten iyi. Bu şarkının ve hatta Let Go gibi bir hitin de içinde yer aldığı Details albümü toptan iyi.
Ama yüzlerce kez söyleyebilirim ki hiç bir albüm benim için Goldfrapp - Felt Mountain kadar anlamlı veya Jay Jay Johanson - Poison albümü kadar parçalayıcı olamayacaktır...
Diğer tüm dinlediklerim bunların ardından sıralanabilirler ancak.
Benim için geçmişte bir şeyler ifade etmiş birtakım anılarımın yanında mırıldanmış şeyler oldukları için herhalde.
Madem öyle aklıma gelen birkaç önemli şarkıdan ve bana neleri anımsattıklarından bahsedeyim...

Radiohead: exit music ve motion picture soundtrack = Romeo & Juliet.
Hail to the thief albümü komple caddebostan sahil ve o dönemlerde yaşadığım ilişkilerdeki kahramanları ve arkadaşlarımı.
Red Hot Chili Peppers'ın Breaking the girl'ü bana direkt olarak okula gitmediğim günlerde kaçıverip saatlerce kahve içip kitap okuduğum Kadıköy'deki Çinili Cafe'yi.
The Tindersticks Donkişot Kitabevi'ni.
Limp Bizkit'ten break stuff, my generation take a look around direkt liseyi
Blink 182'den what's my age again, all the small things yine liseyi
Metallica'nın tüm şarkıları yine liseyi
Deftones Shove it direkt liseyi. My own summer'da olur.
Slipknot eyeless dirrekt liseyi sic direkt liseyi
Cradle of filth dark tranquility gibileri yine liseyi
In Flames'in birçok şarkısı liseyi.
Amma çok lise var ulan! Toptan şöyle söylemeliyim ki Lise'de dinlediğim her şey bana ayriyetten o dönemler okuldan çıkar çıkmaz gittiğim kadıköy'deki stüdyoyu hatırlatıyor. O dönem Yiğit'le durmadan stüdyoya girer saatlerce çalar sonrada ''abi nasıl çaldık ama hehehe'' ler patlatırdık.
Şimdi biraz yumuşuyoruz;
Incubus megalomaniac biraz alakasız olsa da Ayvalığı.
Jay Jay Johanson It hurts me so -dirrrekt olarak isim veriyorum- Zümrüt'ü.
yine ceycey'in Poison albümünün tamamı Pamukkale'ye gidişimi, otobüsteki ''hassktir lan inince bundan daha da kötüleri başıma gelecek'' düşüncelerimi. (Sevgili ile aramda olan problemler sonrası boku yedim ben bari depresif şeyler dinleyeyim düşüncesiyle bezeli)
Myslovitz Maslak Venue'yü ve yine bir eski sevgilimi.
Alice in chains even flow ve tool 46 and 2 direkt yine bir eski sevgiliyi
Nirvana'nın tamamı ortaokulu ve MTV'yi :)
Jamiroquai deeper underground godzilla'yı. hatta filmi sinemada izleyip eve geldiğimde karşımda kediyi gördüğüm vakit ''godzilla'' diyişimi. (Cihan'ın kulaklar çınlamıyor adeta patlıyor şuan)
KORN!! KORN'un 2002'ye kadar olan tüm albümleri liseyi ve Lay lay lom prova stüdyosu'nu. (Çalamıyodum o zaman davullarını adam gibi :\ )
Foo Fighters direkt MTV'yi ve Yiğiti.
Daft Punk around the world direkt o şarkının klibine duyduğum hayranlığı.
Linkin Park ilk aşkımı.
Backstreet Boys yine ilk aşkımı. (Nick Carter'ı bana benzetiyordu haha)
Mudwayne'den dig direkt Bostancı'da potalarda basketbol oynadığım günleri.
Air Rumelihisarı'nı ve Dried Ink'i.
Coldplay Yellow dirrrekt olarak Suitcase'li Buddha gecelerini!
Dredg Dried Ink'i ve gruptaki tüm arkadaşlarımı.
Moby sanal internet cafe'yi :)
Muse unintended Nedir.net günlerini.
Duman'ın bu akşam'ı yine sanal internet cafe'yi. Pozanı İlkben'i Serhat'ı vesaireyi...
fun lovin criminals barry white 2006 rock'n coke'u.
The stone roses ve Joy division taksim arka sokakta grupça her hafta çaldığımız bir barı ve o ortamı.
Nine inch nails mephisto'yu.
doves bunalımda olduğum anları
blablabla...
Bence tadında bırakayım. Hatta biraz tadında bırakmadığımın da farkındayım ama içimden bu geldi.

Değişik oldu ya. Gece gece baya uzaklara uçtum. Şimdi uyuma vaktidir.
Kedi! kalk ordan ben yatıcam!

24 Mayıs 2011 Salı

Karşıt görüşler / Farklı kafalar

Merhabağ!

Bu blogun 3 yılı varmış baya eskiymiş meğer. Zaten yıllar da 2x akıyor hiç hoş değil.
Şöyle bir göz gezdirmedim değil. Yazım tarzıma baktım, kime neden yazdığıma, konulara, takıldığım dönemsel olaylara, köpürmelere vs...
Ben dahil tüm insanlar ''yüzde yüz'' değişkendir sonucuna vardım. Çevremiz ve çevremizdekiler sürekli değişiyor veya kendini yeniliyorken hala aynı yerde aynı zamanda takılı kalmak İMKANSIZ.
Ehh ben de kaldığımı söyleyemicem lakin görüntü ortada. O kadar karşı durduğum şey var ki şuan...
Heh kedim tam konuda tıkandığım yerde bana yardımcı oluverdi, adeta beni doğrular gibi bir hareketle yıllardır ''akıllandı uslandı büyüdü o'' dediğimiz sarkık göbekli yatağın altına girdi! NİYE?!
Ve beğenmeyip tekrar yatağın üzerine...
Şimdi ordan çıkıp odamda hala açmadığım kolilerin üzerinde uyumayı deneyecek??!
Kendisini beni bu konuda desteklediği için birazdan mıncıklıcam!!!

Bu arada her şeyi tadında bırakıp tekrar yatağın üzerine dönmesi sözümün bittiği yerdir...

Esen kalın, gövde ince. Vuu! Jamais vuuu!

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Wake up! Sun is shining outside!

Şunu mu yapayım, bunu mu yapayım, şundan mı alayım yoksa bundan mı alayım, şunu mu giyeyim yoksa bu daha mı iyi. Acaba şunu dinlesem mi yoksa eskici programında üst düzey yönetici mi olsam? Yürüsem mi binsem mi? Yesem mi yemesem mi? Gitsem mi gitmesem mi? Yazsam mı yoksa yazmasam mı?
Amca baba yarısı ise inanmak da gerçeğe dönüştürmenin yarısıdır. İnanıyorum, öyleyse varım. Evet buna inanıyorum.
Tarzanlıktan çıkma vakti geldi, biraz steril olmalı temiz pak olmalı. Özledim hafif. Mantıksızlıkları özledim, bir konu hakkında on kez yüz kez düşünerek kafamı patlatmayı değil. Uzaklaşıp onlardan sade bir yer seçmeli kendime. Bayrağı yeniden oraya dikmeli, geride bırakılan, kaybedilen her şeyin üzerine daha iyileri için yeni dileklerde bulunmalı.
Mesela yarın içmeli. Biraz rüzgarla uçmalı, hafif yosun kokusuna nazır nemlenmeli. Pozitif yaşama adım atılmalı artık. Mantık ile ilgili her her her şeyden uzaklaşmalı.

28 Nisan 2011 Perşembe

Eski günler...
Özlediğim bir sürü şey.
Geride bıraktığım, bırakmaya mecbur olduğum onca şey.
Ne kadar zor, ne kadar yıpratıcı olmuş meğer...

Basit görünen ama bir o kadar gerçekleşmesi imkansıza yakın o kadar çok şey varmış ki.
2011...
Tamamen rezalet başladı ve daha da rezaletleşiyor gitgide. 2010'un en berbat günlerinde her sene rutin olarak yaptığım bir sonraki yılın güzel geçmesi dilekleri vesaire. Bu sefer olmadı. Bu sefer bazı şeyler daha ciddi, daha bir dönüşü olmayan türden, hata affetmeyen şeyler...
Oysa hiç öyle olmazdı. Her geçen sene yeni tecrübeler, yeni tatlar, farklı şeyler, yeni yerler, yeni arkadaşlıklar dostluklar, aşklar... Yeni yeni yeni bir sürü şey edinir, her ne olursa olsun götürülerine takılmamı sağlamayacak kadar güzel şeyler...

Ah bir de yarım bıraktıklarım...
Sadece aşk olarak değil her açıdan. Planlarım, biriktirdiğim tüm umutlarım, cesaretim, dürüstlüğüm, değer yargılarım ve daha bir sürü şeyim.
Bir yaşıma daha girince ancak herşeyin farkına varılması. O iğrenç anlık kendinden nefret etme duygusu da cabası.

Şunu anladım ki hayatta yarım bırakmak da veya devam ettirmek ve sonuca ulaştırmak senin elinde. Yani benim. Bildiğim şeyler diyor insan, ''yaparız yea'' diyor ukalaca. Ama bak, her şey rüyalarına giriyor, seni uyutmuyor, beynin kontrolden çıkıyor ve bu seni çok rahatsız ediyor.
Önce yarım bıraktıklarını tamamlayacaksın şu hayatta. İnşaat halindeki bir binanın inşasını durdurup bir diğer binaya geçmeyeceksin. Önce o binayı tamamlayıp içinde yaşayacak veya dışından bakıp bakıp düşüneceksin. Beğenmek istersen beğenecek istemezsen de oradan uzaklaşıp yoluna devam edeceksin.
Onca paylaşacağım şey, konuşup anlaşabilmeyi deneyeceğim kişi geride kaldı ki...
Şimdi kendi beynimi alıştırdığım doğrultuda onlara yaklaşamıyorum bile. Çünkü ona erişebilmem için önce çok aceleci davranıp çok sağlam bir şekilde inşa ettiğim o duvarı yıkamadığımdan ötürü.

'Basit'in ne olduğunu tam olarak öğrenemeden 'en zor' aşamaya geçip hayatımı sürdürme kararı almış olduğuma inanamıyorum şimdi.
Birçok şey kaybettikten sonra bunu söyleyebiliyor olduğumu 2-3 sene önceki aklım bile almıyorken şimdi nasıl inanabildim, aklım bunu nasıl alabildi...

Gereksiz bir tansiyonmuş bu.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Geçiniz

Yıl olmuş mudur yazmayalı?
Neyse hiç düşünmeyecem.
Naber???
...
Hayata bakar mısın hep birilerinin hatalarına göre değerlendirmeci bir insanoğlu'nun idamesi...
Defne Joy Foster ölmüş. Öncelikle ben çok üzüldüm. Çünkü zeki deli dolu şirin ve Türkiye'de görmeye alışık olmadığımız(!) tiplerden birisiydi.
Ben buna üzüldüm. Birçokları da bunun gibiymiş...
Fakat şuna dikkat ettim; öyle gerilmiş öyle gerilemişiz ki zekamızı nerelere harcayacağımızı bilmiyor ama harcıyoruz... Bilmeden şuursuzca yapılan, yarın ne olur ne biter diye düşünmeden yapılan edilen her bir şey insana hiç bir şey kazandırmamakta olduğu halde saçma sapan işler yapıyoruz. Ben bunu bilir bunu söylerim tecrübelerime dayanarak.

Lanet olsun ki Türk ''bölün'' çalış güven olmuş haldeyiz ve birbirimizi boğazlamak için artık ufacık bir trafik derdi, siyaset veya kuyrukta beklerken gerilen sinirler falan değil bir ''ölüm'' bile yetiyor...

Şimdi ben ölüyorum desem ölsem, ölürken yanımda bir vodka şişesi olsa şöyle yarılanmış. Hele ki oldu da ünlü biri olsam! Gözler önünde her gün didinen ''iyi'' birisi...
Aman abi.

...
Alkol partileri dolayısıyla ölmek, Herhangi bir yerde barda mutlu mutlu içiyorken ölmek. Ucube bir heykelim olup ölmek. Sanat galerim olup ölmek.
Bir düşünsene!

Yok abi! Ben ''düz'' ölmek istiyorum...