26 Haziran 2009 Cuma

i love you liberian girl.......

ufakken ben...
lunaparklarda, kağıt helvalarımı itina ile yiyip, ordan çıktığımda en yakın yerden koko aldığım vakitler.
babam elimi tutardı o zaman.
annem, klüp reşatta kasada durur, gelen giden herkesi not eder, kısacası işini en iyi şekilde yapardı çünkü haftasonu olsa bile.
kısacası o şımarıklığımı sadece babama yapardım.
her zaman alttan alır, bir dediğimi iki etmezdi...
annem de öyle... teşekkür ederim geçmişimi bana güzel yaşattığınız için!

ufakken ben...
ilkokul vakitleri. televizyon açmamın yasak, fakat seyirci olarak araya katılmamın 2 saatle sınırlı filan olduğu vakitlerdir onlar... yüce merteb, erişmiş, çoktan görmüş geçirmiş olduğum. ve özlenen elbet.

televizyon dedim. devam ediyorum...
trt1 vardı sadece. 9 kanal mega hafızasına sahip yakından kumandalı 27 renk ama renkli televizyonumuzda oturur trt1 i izlerdik hep...
orda bi program vardı. böyle aniden giriverirdi pazar günleri.. cumartesi de olabilir ama kesinlikle gece girerdi yayına kesin olan budur.
müzik programıydı kendisi. böyle klasik bir ondan geriye geri sayım filan olurdu. tamamiyle yabancı şarkılardan oluşurdu.
o vakitlerin, yani 90'ların en hit şarkılarını çalardı... mc. hammer olsun, madonna olsun, dr. alban olsun, ace of base olsun...
michael jackson olsun.
fena halde oturur karşısına geçmiş pür dikkat izlerdim yerde yarı oyuncaklarla oynayarak, yarı ekrana bakarak...
dikkatimi çeken en önemli sanatçı mc. hammer ve michael jackson olurdu hep...
hatta şöyle diim, mc. hammer, kafasının üstünde dönen siyahi kocaman adamlar olarak
akılda kalırken, m.j. ise pantolonunun terbiyesiz yerini tutup ayak parmak uçları üzerinde duran, sonra aniden dönen, şapkasını önüne doğru ittiren adam olarak aklımda kalmıştı...
şarkılarını dinleyip dinleyip, aklımda kalan kısımlarını ilkokulda sıra arkadaşımla paylaşırdım hep. hatta dansını yapmaya çalışırdık saçma sapan ehe çok eğlenceliydi.
günün birinde, annemi fenerbahçe pyramid'e götürdüğümü ve;
- bana maykıl ceksın kasedi alıcaksın
dediğim günü hiç unutmuyorum...
kaset ''BAD'' albümü idi...
evet.
aşırı mutluluğumu, yine pyramid'deki, sultanahmet halk köftecisi'nde kutladığımı da unutmuyorum köfte yiyerek... yanında turşusu da vardı meşhur.
acıktım.
neyse.
akraba ziyaretlerimden bahsedicem.. genellikle hep böyle bayramlarda seyranlarda, okullar tatil olduğu vakit birleşir kaynaşır ve oynaşırdık...
o zamanlar kuzenim hakan, taa floryada otururdu. en iyi anlaştıım insandı kendisi.
ablası neslihan'ı da unutmamak lazım elbet ehe.
büyüklerin içerde sohbetin derinlerine indikleri bana ölü gelen vakitlerde, oyun odası diye tabir edilen ''oyuna en müsaitleştirdiimiz oda''ya girip başlardık isim-şehir'e. ne biliim sessiz film oynardık...
ha bide şey oynardık.
böyle şarkı söylemece adı altında şarkı katletmece.
yok, o kadar zalim olmayalım, katletmiyoduk aslında pek, ama daha önümüzde çok uzun yol vardı doğrusunu söylemek için eha..
ya ben hep nedense
- ezçiki bokye, ezçiki bokye, hadi bokye yediim!! derdim...
michael jackson'a ait, smooth criminal adlı şarkı...
geçtik bunu da.....
sırada en bi elle tutulabilir anım var...
günlerden bir gün...
cihanla içtiğim sudan tut, yediğim magnet buffet hamburger menülerinin ayrı gitmediği günler..
onların zemin katında şirin bi evi vardı altıntepeye doğru...
aşırı sevimli olmakla beraber, cihanın odası nedense dünyanın başlangıcı filandı benim için. oysa o vakitler dünyanın en büyük odasında filan yaşardım ama tad alamazdım hiç...
o odaya girildiği vakit, cihanın 'gazeteden kuponla aldığı roadstar marka kasetçaları'nda, michael jackson - history albümü olurdu fix.
dinlerdik delicesine...
tutulmuştum fecii, bayılıyoduk, söylüyoduk şarkılarını atmasyon halde hep.. aynı senaryo defalarca tekrarlanırdı oraya her gidişimde...
sonra backstreet boys'a dönüşmüştü o ayrı : ) ...
her neyse... cihandan günün birinde kasedini ödünç almıştım...
tabi öncelikle onu kasede kaydetmiştim bigüzel..
HIGH SPEED DUBBING diye bişiy vardı bide.
sinek vızırdaması kıvamında, üç beş dakikada koca kasedi kaydederdi boş olanına... bi yandan güler eğlenir, bi yandan heycan duyardım acaba bende nasıl olucak diye...
ulan! neyseki çocukken çok çocukmuşum!
sonra kasedi kaydetmeyi bitirdim. dinledim ettim vs. vs...
ama bişey yoktu, eksikti. cihanın orjinal kasedinin üzerinde gıcır gıcır albüm kapağı denen şey vardı...
ve ben ne yapsam yeridir?
elbette o kasedin üzerindeki çizimin aynısını bir kağıt parçasına çizip, elimdeki boş kaset kabının birine itina ile yapıştırıp kendime kapak yapmıştım...

ve o kaset kapağı, bugün anılarım hatrına bulunduğu anılar adını verdiğim ama bi o kadar adını şuan verdiğim çekmecemden çıkıverdi...

michael jackson'un ölüm haberi sonrası...

bugün zaten bişeyler illaki bana geçmişimi hatırlatıcaktı bi şekil di mi... gözlüğümü buldum taa 90 larda taktığım.. hatta annemin dediğine göre 1990...
bir de michael jackson...
bad!
gözlüğüm ve kaset kapağım öylece korunacak ve muhafaza edilecek söz...

sevgili babam'a, ve malesef onun gibi uzak ya da yakın, bugün arasına katılmış thriller adamına sonsuz saygılarımı sunuyorum...
babam bana hayatımı ''var'' etmiş, m.j. ise, varlığıma renk katmıştı müzikleriyle.
o yüzden,
teşekkürler çok...

24 Haziran 2009 Çarşamba

bir drama

sia' yı bilmeyen yoktur...
anca olsa olsa, bundan bikaç ay öncesindeki gibi, farketmemiş, kıymetini bilememiş olanlar vardır benim gibi.
huzur veren sesler arasında kendisi. hakikaten öyle.
mesela şuan nedensiz, hiç bi özelliği olmayan geceye renk verdi. neden-niye bilmiyorum.
soon we'll be found dinliyorum.
öncesinde türlü türlü videolarını izledikten sonra, bu şarkıda karar kıldım ve repeat şeklinde, sinek hücumunun sona ereceği vakte dek duymak için kolları sıvadım adeta.
örttüğüm an terlerim yanlış anlaşılmasın eki eki...

son zamanlarda pek bi uzak kalmak durumunda kaldığım müziğe geri döndüğümün sinyallerini yayıyor gibiyim.
fazla da bahsetmek istemem doğrusu aslında.
müziğe müzik diyelim öyle kalsın...
ama çok güzel şeyler olucak, tam istediğim beklediğim ve bikaç yıldır istediğim bişey bu öyle basit de diil hani...
neyse, olsun bakalım. akışına bırakalım.

günde net içilen 2 paket sigaranın anlamını çözmeye çalıştıım şu son bikaç şaşırtıcı günde -veya ayda diyelim hadi-, yinede fotoğraflarda göbeksiz çıkmam sevindirici gelebilir belki. öyle dengeleyelim bari, hatamı böyle kapatiim bari napiim...
fit olma yolunda ilerlemeler filan. ben? vay anasını...
bi buçuk sene önce, bu göbek hayatta eksilmez dediğim anların yalancısı olmak. ilginç çok.

deyinmeden edemeyeceim, hatta buna çok değinmek isterim ki, hayatımın ufak bi kısmının, üzerimde yarattığı hasar malum.
o hasarı, önce çalı çırpıyla kapatmak isterken duyduğum acı da malum.
buna dayanamayıp, biraz gücümü toplayıp önce tahta, sonrasında da betonla örme isteğim de yok denilemez.
fakat şöyle ki,
ehe, o koskoca beton bile ses geçiriyor, ve yine aynısı oluyor.
aynısı derken hasarın devamı demek daha doğru olur...
çünkü o hasarı kapatacak kesin ve net düzeyde somut bir hareketim olmadı, orası kesin...
evet, yapmak istemedim, doğruya doğru.
bırak dedim, içim parçalansın dedim, problem diil dedim. ama olmadı.
kendi kuyumu kendim kazdım aslında.
zaten daha henüz kendi kuyusunu kendi kazmakta üzerime insan tanımadım.
her neyse.
fakat o bir çözüm yolu aslında benim için.
en zor ve anlamsız olan çözüm yolu bunu da biliyorum. garip...
ama çözüm üretemiyorum...
daha da vahimi, çözüm üretmek adına, sorunda parmağı olan insanlarla çözüm üretmeye bakıyorum.
ama derecelendirmyorum olayları. hepsini aynı kabul ediyorum, aynı amaca hizmet olduğunu düşünüyorum ve ona göre hareket ediyorum.
sonunda..
olmuyo işte. hayatımdan bikaç gün veya ay gibi hatrı sayılır günler geçiveriyo bişeylerle. üzüntüyle mesela.

her neyse, sakinliğim sia ile sürmekteyken sanırım en iyi ifade biçimlerim de birbiri ardına sıralanıyo diyebilirim.
aman derim...

etme bulma dünyası dedikleri, garip bi şekilde ne ekersen onu biçersinle bütün olup, kolkola girmiş karşıma çıkıyo.
ama karşıma çıkması olay, birbirine yakın iki şey sonuçta. garip olan yanı ayrı...
çok fazla takıyor, çok fazla didikliyor, çok fazla sorguluyor ve sürükleniyor olduğum gerçek her bi şeye. doğru bu.
fakat ben ektiğim şeylerin hep saf, hep temiz şeyler olduğunu düşünmezsem, nedense yanlışlardayım diye irkiliveriyorum anlık...
ve zaten sonra o yanlışları yapmamak adına bildiğim ve kabullendiğim yolda ilerlemeye başlıyorum.
sonuç belli.
belki 684 yıl ömrüm filan olsaydı bunlar umrumda olmayacaktı hiç. geçip gidicektim bidaha arkama bile dönmicektim umursamicaktım.
malesef.
iyilik, insana çok şey kaybettirir mi diye sorsam, göreceli cevaplar alırım bi yığın...
kimi kaybettirir der, kimi der ki iyilik içimizdedir, biri der hayır asla vs.
savunduğum çok basittir. elbette iyilik insana çok şey kazandırmak üzere yola çıkar, fakat gerekmeyen yerde bilinçsizce yapılan iyilikler göz çıkartır...
yani bildiin en basmakalıbından ehe.
her neyse.
kendimde yanlış olarak gördüüm nokta, insanlara haketmediği düzeyde iyi yaklaşıyor olmam sanırım. ama bi yandan, bu cümleyi burdan böyle söylüyor olmak bile delirtiyo beni. çünkü bana tamamiyle ters, alakasız ve iğrenç geliyo...
hakettiğini düşündüğün bir insan ise, elbette sonuna kadar açıcaksın elini...
haketmediğini düşündüğün bir insansa baştan eleyeceksin.
eğer kararsız kaldıysanda, birtakım numaralar yapıp, öncelikle tartıvericeksin karşılıklı. o meyan sen ne verip veremezsin onlara göre yola çıkıcaksın. veya çıkmicaksın.
tabi bu böyle bukadar kolay ve sığ bişey diil asla...
türlü türlü ekstra durumlar var ve onları aşıp geldiysen o zaman tamam.

gerçek şudur ki, ben çok yanlışlar yapıyorum hayatımda. çok fazla değer verip, o değeri almak için yanıp tutuştuğum yerde, aslında kendi kendime değer biçiyorum ve o değeri sorguluyorum... başka da bişey yapmıyorum...

ama belkide en doğru en net bildiğim bişey var şu düşünceler dışında.
o da, kesinlikle insanların birbirlerine karşı, şartlar, zaman vb. şeyler ne olursa olsun yalan söylememeleri. doğruluktan şaşmamaları. savunuyorum diye aksettikleri şeyleri sonuna kadar savunuyor olmaları. çizdikleri yolda ilerlemeleri ve kendilerinden taviz vermemeleri.
ideallerin, hayallerin, kaygılanmaların olduğu yerde, başaracağına inandığın yolda, vaad ettiğin ölçüde ilerleyip, ne kendini, ne de bir başkasını üzmeden işlerini halletmeleri...
tek istediğim budur, tek en bi yakınından geçtiğim davranışımla birbirine yakın...
fani terimi çok gerçek... her şey fani, geçici. kalıcı diye bişey yok. geçicek, biticek. belki kalacak belkide kalmayacak, tahribatı olacak ya da olmayacak ama geçecek...
böyle bi yerde yaşayıpta, her şey geçici olduğu için, ben her şeyi yapma özgürlüğüne sahibim demek yanlış olur...
en önemli kısım...
son derece pamuk sağlamlığındaki duygusallığım ve ona bağlı hareketlerim doğrultusunda sikilen bir buçuk-iki aya yakın süreli hayatımda, bu yukarda bahsettiğim kriterlere uygun bir arama yaptım ve bir sonucuna ulaştım...
o kim ya da hangi kişi elbette çıt çıkmayacak..
fakat belli. artık belledim, belli de ediyorum fakat isim vermiyorum...
bi şeyleri çok yanlış yaptı.
ve ben, o yanlışları 'asla' yapacağına inanmadığım düzeyde inandırmış-kabullendirmişken kendimi, bi anda bu oluverdi.
patlak verdi denebilir.
çok üzüldüm çok. inanılmaz üzüldüm yürekten üzüldüm.
hayatımda bişeyler paylaştığım, mega güldüğüm ve eğlendiğim, çok şeyler öğrendiğim, hatta bazı konulardaki vasatı asla aşamayacak düzeydeki iyi niyetli şeylerimi aşılamak isteyecek kadar sevdiğim, güvendiğim... inanmak nedir diye sonulsa 'bak karşında canlı örneği duruyor' diyebilicek kadar inandığım insan mevzubahis iken, hiç ummadığım bi yerden beni avlamış bi insan da aynı kareye girdi. tanıştıriim, kendisi olur.
- merhaba işte bu o!
- ah memnun oldum bende ümithan...

bilmeden konuşmayı sevmem, bilmediğim konular hakkında da yorum yapmak...
fakat yorumdan ziyade, düzeyi sadece neye üzüldüğümü dile getirmekle sınırlandırdım.
bilmiyorum, insan bu, her şeyi yapabilir, tamamiyle özgürdür bilmemnedir.
fakat söylediğin ve savunduğun bir şeyin aksini yapmak ne demektir bilemedim.
bildiğimi söylemek istemiyorum elbette.
ama niyedir...
üstelik çok önemli, başarıya giden en önemli yol olarak gösterdiğin o yolda, benimle isteyipte mecburiyetten kuramadığın o bağı nasıl oldu da bi başkasıyla kurabildin bunu hiç anlamış değilim...
evet. sinirimden saatlerce insanlara bağırıp çağırıp dert yandığım doğru, sinirlendiğim çok doğru.
fakat o geçti. şimdi sadece anlamak istiyorum.
şu hayatta tek doğru insan ben olmadığıma göre, ve senin de o yoldan çıktığını gördüğüm anda bunu sorgulamak... bırak da olsun, benim de canım var.
ben, şu hayatta onlarca yanlış yaptım, onlarca bildiğimi okudum, yukarda da bahsettiğim gibi çok dikkafalılıklar yaptım.
fakat bi şeyde karar kıldım.
hiç bi zaman, arkasında durduğum herhangi bi şeyden, şartlar ne olursa olsun caymamak üzere hareket edicem, ve bunu başarıcam.
peki ya sen? senin gibi güçlü bi insan, zor bi insan, kültürden geçilmeyen, fevkaladeye pek yakınlarda gezinen bir insan, nasıl oldu da böyle bişey yaptı..
boşa şaşırmadığım bilinsin istiyorum.
sinirli hallerim geçti hernekadar gidip gidip gelsede. ama neden!

keşke bir arkadaşlık, bir ilişki, bir aşk kaybetmek yerine; sadece bir aşkı kaybetseydim. ve sen kaybettirseydin doğru doğru.
o kadar yoğun günlerin arasına o da girerdi elbet, çok da zor olmaz, aksine alışıverirdik belkide.
şimdi en üzüldüğüm şey;

''hiç bir şey söyleyemiyor, ağzımı açamıyor, en iyisi de olsa en ufak bi söz bile edemiyor olmam''

ve ben bu dolulukta iken,
hadi beni geçtim, önemsenmiyor olduğum halde, savunduğumuz şekilde akan zamanda,
kendince bana kabullendirdiğin, ve saygımı kazanıp, o yolda yardımcı olmaya çalıştığım,
birbirimizden uzak olmanın, aşkı sevgiyi her bi güzel şeyi boşvermenin senin için en doğru olduğu yolda,

isterim en mutlu olmanı, uzaktan düşünmesi bile güzel ama...
neden bir başkasıyla...

22 Haziran 2009 Pazartesi

!

hayatında gerçekten anlamak isteyip, değer verip, karşılığını almak isteyip, her alır gibi olduğun vakit dünyanın en mutlu insanı olduğun günlerin ardından gelen, hayatında gerçekten anlaşılmamış, değer verilmemiş, karşılığını alamamış, her alamadığında dünyanın en boktan insanı oluvermek...
şok,
yanıltmak,
dumur etmek
ve
peşinden gelen dumur olma hali...
sanırım feci şekilde şaşırtmak hiç güzel olmasagerek...
hiç yapmadım ben.
sonuç olarak kanımca
''yazıklar olsun''
bu ne ya, bu ne ......
bu ne rahatlık...
kolay mı bu kadar.
YUH!

YALAN
YALANCI
adını ağzıma almazdım, ama artık alıyorum yalan ya da yalancının.
alkışlara devam.
düşünemiyorum hiç bişiy, yazıcak da bişiy bulamıyorum...
öfke bi tek.
o da içimde kalsın bari nebilim, gereği yok...
ulan!
onca kafın arasından iki dirhem güzel bişiy düşünüyorum hala,
hala kafam aynı.
ama varya,
ne mal adammışım ben.
göz göre göre.
ne senaryolar türedi kafamda, ne saçma şeyler düşündüm.
şu hale bak.
ayıp...
her şeyden önce hiç bir insan ayıbı haketmesin lütfen...
hele ki ayıbı haketmicek biriyse hiç olmasın.
saygı denen şeyi tartışırdık.
bu mu saygı...
yazık....
tek kelimeyle...
iyi geceler iğrençlik. iyi geceler!

17 Haziran 2009 Çarşamba

why?



ironi..
tebrik edilesi...
yanlış anlamayın, bu tebrik kendimeydi...

neden niçin ve niye?
soru işareti yanlız orda, anlamsız.
neden?
çünkü bi anlam ifade etmiyor da ondan...
neye veya neden?
ne için?
hiç bir cevabı yok...

şu gün,
birtakım eski defterler karıştırılırkene,
neden diyodum?
niye?
cevabı belli idi...
rahatlatıcı cevaplardı onlar..
zaten aynı paralelde, aynı doğrultuda.... paralel demek doğrultuyu simgeler ya hani...
fakat;
yine,
en azından şimdilik
cevabı belirsiz yerlere sürüklenmek var şu doğamda...
cevabı belli olmayan her şeyin bir eksi (-) olduğu yerde...
eksilerin artılardan üstün olduğu yerde...
benim dünyamda...
ne olduğumu bilmiyorum,
ne olduğumu tartışmadım hiç...
ne olduğumun bi kendimce bilindiği bi yerde.
yanlız ve yalın bi dünya.
birtakım insanlarla müşterek...
olduğu yerde, olduğu yöne dönen, rutininde bi yer burası...
fakat;
belirsizlikler artık cana tak eder,
can acıtır.
nedir ne diildir belli değildir, çünkü belirsizliktir adı...
rahatsız edici, sinsi, iğrenç, dayanılamaz....
kötü kaka eh...
noktalar...
hani vardır,
iki yön ve iki doğrultu,
genelde sağ ve sol
olmadı üst alt...
bi çizgi düşün, iki yanında noktalar kapatır o doğrultuyu...
ilk ve son duraklar işte.

o doğrultu üzerinde yürüyen, etten bütünleriz biz.
sen ben o bu şu... iğrenç, fevkalade veya ortalama insanlar olarak.
amaçlı amaçsız rutin nötr veya ölüler olarak.
nereye gittiğimiz belli değil, gidiyoruz işte...

müşterek hayatımızı belli zamanlarda elimizden alan etkenler vardır.
o doğrultu içinde bir diğer noktadır onlar..
veya o, her neyse...
o nokta nedir veya ne değildir tartışılır.
doğru ya da yanlış, bilinir veya bilinmez.
ama hep tartışılır durur.
o nokta önemlidir, o noktalar kıymetlidir ah bi bilinse şu...
o noktalar o kadar önemlidir ki...
bazen evet, önemsiz olması doğrultusunda ekstra bi doğrultu çizer ve oracıkta yokolursun..
başka yöne bakmak zordur çünkü.
hayat bu, hayat doluluklarla, yoğunlukla, engebeyle bilmem neyimlerle doludur.
hayatı anlamaya çalışan insanların cümlesi.
evet, hepimiz öyleyiz. sen ben o bu şu...
ama;

o doğrultuda tek gereken samimiyettir..
öyle ya da böyle,
üzmemek, hırpalamamak, kurcalamamaktır.
en iyi en güzel şekilde, en bi olağanından halletmektir rutini.

insan bazen geçmişine döner...
uzak ya da yakın geçmişine. gerekirse ağlar gerekirse kahkahalar atar.
ama noolur?
öyle ya da böyle kıpırdar benliği,
ya gülümseten, veya somurtan cinsten.
iki yol vardır malum...
ortası desen yoktur. olsa ben alayım. başkalarına da aşılayayım...
yok!
var sanıyosanız yanılırsınız feci..
biraz kurcalayın...
safsata değil bu, tamamiyle gerçekçi, tamamiyle günümüz insanı hali.
hayatın ta kendisi...
üzülmeye yer oldurmayan bi yerde,
üzmemek için yaşayan insanlara duyulan hayranlığın,
yerini iğrençliklere doğru halef-salef tarzı döngüsüne dayanamıyorum.
üzülüyorum.
ister istemez üzülüyorum...
banane diğer insanlardan, benim üzüntüm benim çemkirişimdir
derim...
derim ama işte belirsizliklerle bezenmiş, birtakım özeliyete sahip yerlerde kullanamam onu.
anlamsız ya da değil.
tartışmasız olarak anlamlıdır.
hiç bi güç aksini iddia edemez işte.
bu güç, parmakları ağrıtan güç de ordan gelir.
ya parmaklar, ya da dil...
dile imkan yok imkansızlıklar dahilinde işte..
öyle ise parmaklar yorulsun, önemsiz....
ama;
üzülerek söylüyorum bunu ki,
bir şeyi bilmeden, bildiğini farzetmek, ve öyle yaşamak pahalıya malolur...
çok iyi bilinen bişey bu görülen bu ki...
kararlar, düşünceler, son hamleler filan...
eğer sevgi sözkonusuysa,
bunları tek taraflı yapıyor olmak adilce değildir hiç...
ve ben;
ben o adilliğin tamamen dışında bir insan olarak.
neden londra diye soruyorum...

anlamın anlamını yitirtmek için, yıkıcı tavırlarla bezeli, anlamsız günlerin hatrına...
oysaki
geçmiş, çok güzeldi...
her şey anlamlıydı..
sonuna kadar da anlamlı olacaktı..........

16 Haziran 2009 Salı

zordu tabi.








...

evet. görüldüğü gibi benimle olmak isteyipte, tarafımca reddedilen birkaç talihsiz kişiden bahsetmek istedim...
çok uğraştılar, çok didindiler saolsunlar... kaç defa aradılar da cevapsız bıraktım onları. kaç defa ağlayarak evime geldiler de cama bile çıkmadım.

bişiy söylicem size son bi.
siz insan değilsiniz.
ırkımızla bir alakanız yok
zoey, sana özellikle sesleniyorum.
o yumurtaları çiğ yemiyor olsaydın seninle belki şuan güzel bir birlikteliğimiz olucaktı. yazık!
yanlış yapıyosunuz. büyük yanlışlardasınız ve ben bu yanlışlarınızdan artık bıktım.
hiç güzel değilsiniz ve buyüzden belkide ölmelisiniz.
kafanıza tuğla düşmeli, dandik yıkık dökük evlerin yanından geçmelisiniz oyüzden bol bol.
hatta siz, nebiliim, mısır yiyip üstüne maden suyu içtikten sonra itinayla soğuk mermere oturmalısınız.
yazık size.. yaşamanızda bi anlam göremiyorum hiç. ne bilim, amaçsızsınız, neyinizle iş görebileceğinizi düşünemiyorum.
zekanız yok zekanız... zekası olmayan birtakım insanlarsınız ve işte bu yüzden böylesiniz...
abartıyosunuz.
tamam, anlıyorum, evet biraz sert konuşuyo olabilirim şuan ama üzerime düşen bu ve yapacak bişiy yok çünkü hakettiniz...
tekrar söylüyorum.
biraz güzelsiniz,
ve nebilim nefes alın, hayır işlerine verin kendinizi, dama oynayın, renkli misket edinin, koyun besleyip balıktan nem kapın. atar damarınıza basın ve iki saniye bekleyin. konuşmayın hiç, bakmayın da bi yere fazla, odaklandığınız kişiler bir erkekse özür dileyin. bol bol akraba ziyaretleri edin. cebinize harçlık sıkıştırmaya kalktıkları vakit bunu normal karşılayın...
yapın işte bişiyler.
ama uzak durun.

imza, fezayi mercek...

15 Haziran 2009 Pazartesi

refreshed

böylesi görülmediydi hiç...
bilgisayarı bildiğimi, yaladığımı yuttuğumu zannettiğim şu sıralarda, blogger ve benzeri birtakım yazmalı - okumalı yerlere, bilgisayarımın kendi garip isteği üzerine giremiyor, ve bu durumu çözemiyor olmam, günlerce burdan mahrum kalmamı sağladı.
fakat üstün yeteneğim ve bilgim sayesinde (!) elbette şu an da görüldüğü gibi, bu engeli aştım.
her neyse.
şimdi ne yapılır peki, plan nedir?
elbette bi sigara yakılır, adına da zevk sigarası denir.
üstüne de uludağ limonata, ince uzun binboa vodka bardağına konur ve vodka limon içiyorum zannedilir...
yoo hayır öyle diil tabi.
ben bi sade limonata aliim. gerisi önemsiz pek şuan için. aldım da nitekim.

son zamanlarda yoğun müptelası olduğum ITunes gereci olmadan, bu bilgisayarda müzik dinlenemez görüşünü savunur gibi olmam, bana iq seviyemin yetersiz olduğunu anımsattı.
gereken iq 100 ve üzeri, bende max 21-23...

bu şuna benzedi.
bi yerde görmüştüm, film ya da dizi, her neyse.
bi hanım ablamız biriyle tanışır,
tanıştığı adam da pek bi racon adamıdır, hop onu yapma bunu yapma filan da değil ama kendi kurallarını koyup kadının tüm akışını kendi yönüne çeker inceden inceye.
ve sonunda bi gün gelir, bayan arkadaşımızın evde yalnız kaldığı o vakit çattığında, ne yapacağını anımsayamaz..
hani bu bakkaldan üç ekmek iki yoğurt, yanında da pesto sos + tortellini bolonez kıyma filan da değil, bildiğin oturayım mı, ayakta mı durayım, pencereleri açsam mı açmasam mı, yürüsem mi yoksa dursam mı şeklinde ters teper...

gibi...

neyse, boşverelim. boşverdim bile... birazdan her şey tıkırında olucak, sorun yok.
sorun?
bir yığın.
sağım solum önüm arkam her yerim tamamiyle sorun pek bi'...
yani sorun diye adlandırılacak bir sürü şeyle uğraştım.
adı öyle sadece,
aslında bu uğraşlar, yorgunluk, yoğunluk, biraz ter, biraz koşturmaca olarak sınıflandırılabilir. hatta direkt öyledir sınıflandırma gereksizdir.
a sorunu adı altındaki şeyle uğraşırken, bi yerden memnuniyet duydum, ve sorun adı altındaki şey tamamen ortadan kalktı.
b sorunu adı altındaki bi başka şeyle uğraşırken, çok yoruldum, çok yıprandım, fena tökezledim, hatta düştüm derken, bi baktım ki düştüğüm yerde çamur değil, yumuşak bir divan varmış. ben de uyuyuverdim...
kalktı mı bi sorun daha ortadan...
eh, pek tabii çözüme ulaşmamış şeyler de var, yok değil...
onlar da zamanla halledilebilecek şeyler. o yüzden no problem...
gibi gibi...

thank you for downloading itunes!
ben teşekkür ederim canımın içi...
canımın içi kalıbı!
allahım sana geliyorum tekrardan.
eskiden hep gelirdim giderdim biliyosun...

şizofreni.
aman derim. aman!

her neyse, tıkırında gibi herşey...

fena halde ''una - nightingale'' dinlemek istediğim bir gerçek. her neyse. olucak o da...

bundan birkaç gün öncesine kadar, istanbuldan uzak diyarlarda geçirdiğim mutlu ve bol güneşli zamanları özlemiyor değilim. hatta bugün bunu dile getirdim bizzat muhatabına.
er ya da geç tekrarlanıcak o günler,
ayın 22sinden sonra mesela, hemen, hiç vakit kaybetmeden...

inek, köpek, kedi, tavuk, yılan, kurbağa filan.
bunlardan çoğu uzak şeyler olmasına karşın, pek bi huzur tamamlayıcısı.
doğa denilen şeyi seviyorum be.
söylediğim gibi bolca.

anti dijital olmak bir efsanedir.
her nekadar ironik olsa da şuanlık tarafımca.
ama öyledir.
into the wild'daki kadar olmasa da, şu lanet yerden uzaklaşmak, orda bi hayat sürmek, kendi ayakların üzerinde durabilmek, ferahlama sebebidir.
bunun yarısının gerçekleştiği bi ortam da ferahlatır.
öyleyse sevilen, istenen ve arzulanan'ın yolunda ilerlemek doğruya yakındır.
du bakalım...

açlığı, çok fazla önemsemediğim şu günlerde, inen göbeğim, ve kaybettiğim 5 kadar kilomla, sanırım daha da sağlıklı ve zindeyim.
artık zamansız uykum gelmiyor enazından.
tek sevmediğim şey, oram buram soyulmakta olan burnum.
soyulmayı anlarım, hani deri kurumuş ölmüş gebermiştir, ardından yenisi gelir...
ama gelen yeni derininde aynı renkte olması neyin habercisidir bilemedim.

herneyse... benden bukadar şimdilik.
umarım herkes iyidir, ve öyle olmaya devam eder alakasız.
sağlıcakla kalın......

6 Haziran 2009 Cumartesi

güncel zamanın, 1989 yılı öncesi almanyası gibi oluşu.

ilginç bi başlık ımmm.

bugün ilk olmadığı gibi, yine ucuna kadar geldim. bişey bişey bişey, bişeyin...
çok yakınına kadar, nerdeyse bir adım, en kötü ihtimalle 2 dir.
ama,
ama ben ne yaptım?
daha fazla hissetmek istemeden kaçıp gittim uzaklaştım.
daha yakınlaşmadan...
dahası diye bişiy yok.
çünkü hissetmeyi isteyemedim.
korktum
ve film izledim...
ve bunu hep yapıyorum.
ehe!
sanki çok çok zor ya da imkansız ya da dünyanın sonu veya kıyamet günü gibi.
ne ilginç geliyo daha uzaktan bakınca...
çünkü çok yakından bakarsan, objektif olamıyosun. doğruya doğru.
...

sonuç olarak, bundan önceki yazdıklarım gibi bi fetva olmayacak şu an burda.
giriş, gelişme,
ve...
?

5 Haziran 2009 Cuma

3...2...1......

Birkaç günlük birikimlerimi boşaltma gayesi içersindeyim gibi geldi pek bi.
Neden mi?
Çünkü Blogger'ım kendi kendini engelledi elbette... Rutini buymuş havalarında!
Bişeyi buraya yazmadıım vakit nedense pek bi huzursuz oluyorum bununla doğru orantılı.
Her neyse.

Kasvet!
Pek bi kasvetli ortam sanki bugün Cuma olmasına rağmen.
Namaz niyaz hoca imam. Peki kim takar?
Ahmet takar......

Sıkılmak, uzaklaşma isteği, siktirip gitmek mevzuları.
Gidicem zaten, yakındır.
Siktiğimin havası, siktiğimin ortamı, odası, sokakları, mekanları, eğlenceleri...
Bıktım, bunaldım, sıkıldım, usandım...

Nasıl bir ortam istediğim önemli burda.
Sakin mesela, pek bi cansız. Tek istediğim.
Hatta onun da doğruluğundan pek emin olmadan, içten gelen garip bi dayatmayla bunu yapmak istiyo gibiyim...
Huzur tek kelime ile gerekli olan.
En azından bu en doğrusu, arkasında durduğum cinsten.

Simple things...

Garip bi sendrom gibi.
Hatta açılımı audiodrome belki...
Bazı vücut fonksiyonlarını tamamiyle minimalleştiren düzeyde bir müzik...
...

Fak!
Bi şeyler fena halde tatsız be.
Ötesi de yokmuş gibi.
Üzücü.

Oysaki, kendimi bildim bileli ben bu denli faal bir insan olmamıştım.
Ne biliim, her açıdan işte...
Dolaşmak gezmek görmek. Bunlar çerez pozisyonunda. Sakız da olabilir.
Her şeyi yapıyorum be, aklıma o an gelen ne ise onu.
Ama olmuyo...
Hep mutlu olmak, sırıtmak zorunda olmama halleri.
Onlar aklımın ucunda elbette.

Ama bunlar 'hiç' olmadan hasar alıyorum.
Sahtesi çok kolay olmasına karşın gayet allerji sebebi...

1 Haziran 2009 Pazartesi

happy tree friends...



korkunç...
dallar budaklar meyvesiz, tatsız son derece.
oysaki gayet güzel havalar, yeşermek onun rutini.
ancak rutin, hayale dönüşüvermiş.
tatsız
tatsız
...
uzaktan bakınca ürkütür.
ne rüzgarı rüzgardır,
ne de görünüşü iç açar, moral verir...
gölgesiz...
pozitif enerji dönüştürücü diyoruz biz, yeni mamul olur...
anlamsızca kükrer durur,
içindeki acı ise eğer
çok tazedir.
öfke ise eğer?
yo yo. öfke değil. öyle görünmüyo mu?
bilmem, öyle mi görünüyor?
öfke değil işte, o sadece bir acı...
öfke için, bir şeylerin sonunu yaşamak gerekmez midir?
o ağaç neyi yaşadı ki?
hangi filmi seyretti ya da?
doğa, hangi oyununu oynadı da izlediği yarım kaldı?
çok mu ısındı dünya ona göre?
çok mu susuz bıraktı onu da böyle yaptı?
düşkün misali...
bak!
konmuyor böcekler, kuşlar, yılanlar, maymunlar...
yapraklarıyla ve meyveleriyle dolup taşmıyor dalları,
ne biliim yerçekimine yenik düşmüyor,
ağırlıktan insanların erişebileceği yerde meyveleri olmuyor... Şöyle elini uzatıp bi tane alasın ordan!
Ne oldu sana?
hı?
duyamıyorum!
suskunsun pek.
çünkü, sen zaten seçtin yolunu.
kuru gürültüden başka birşey diilsin.
konsan konulmaz, dibine otursan sırtını dayasan dayanılmaz...
sen sadece susmuşsun...
bir tek dalların gıcırdıyor susuzluktan...
susuzluk?
terkedilmek anlamdaş...
yanlızsın oracıkta işte, daha ne diyebilirim senin adına?
acı! çok acı!!!
etrafına bakınıyosun di mi, belki oralardadır diye hep...
oralarda bi şeyler vardır, bir kıpırtı...
gördüklerin seni tatmin etmiyor ve daha çok yanlız kalıyosun her geçen dakika.
öyle değil mi?
canavar gibisin.
zaten kim seni görmeye gelir, kim seni ister, kim düşünür be, kim ayakta tutar seni...
Sen ''ayyaş'' olmuşsun...
bu hayatı kendin seçmişsin.
çünkü sen, fazlasıyla duygusal bir ağaçtın.
güçsüz, duygularına yenik düşmekten her zaman haz duymuş,
saf...
hii!!!
saf olmak sana yaramıyor, sen bunu bilmiyor muydun?
yeterli değil sıçtığımın yerinde.
senin duyguların var ya dostum,
bir hiç.......
mantık dünyası burası.
ama üzülmemen gereken bir şey var.
sen;
insanların hayatına girebiliyosun, aslında çok iyi birisin.
onların kendilerini ifade etmeleri adına çok şeyler yapıyosun.
eskiden daha çok, şimdilerde daha az...
düşkünsün sen.
düşkün!

sen bir yaprak parçasısın gözümde. kusura bakma hiç...
ve kağıda yazı yazılır.
her şey.
her şey yazılır ama ...
ama unutma.
bu senin sorunun değil. bu insanların sorunu... onlar kirletirler her yeri olduğu gibi senin kağıdını...
ama iyi, ama kötü...
sayfalar dolusu.
hatta sen uçabilirsin,
uçak yaparlar senden.
veya bir kurbağa. o zaman sadece zıplarsın ama iki adım öteye sadece...
uçmanın verdiği haz, yerçekimine karşı gelemez.
çünkü senin hiç bilmediğin şeyler olur dünyada.
seni hasta eden...
beton, elektrik, kimyasallar, atıklar, kirlilik...
insan ırkı!
insanların, insanları kırdığı bi dünyada, sessiz çoğunluksun sen...
senin gibiler,
asırlardır görmemiş hiç azınlığı.
haberdar bile değil neye hizmet ettiğini.
sen yine vazifeni yaptın. öyle deme çok şeyler geçirdin...
ama onlar,
ya onlar?
ne yaptıklarının, ne için var olduklarının, ne amaca hizmet ettiklerinin farkında bile değiller...
ve ne acı!

seyret sen sadece.
güzel değilse bile kendine pay çıkar bundan,
o senin oyunun olsun.
canavar görüntünün altında seni anlayabilecek kimsen yok.
öyleyse keyfine bak.
tek başına kendi mutluluğunu kendin yarat.
kargalar konmasın, yılanlar dolanmasın, maymunlar rahatsız etmesin...
boşver, yaşa sen şu hayatını..
lanet!
lanet çirkinliğini kullan bari!
gram faydan dokunmasın ama sen hayatını yaşa, idame ettir...
yanlız köpeklere, kedilere saygıda kusur etme.
bacağına işerler onlar.
işemek?
bilmezsin.
ama o da sana hayat verir boşver sen.
sadece korkutma kimseyi.
o iğrenç duruşun kimseyi üzmesin.
içinde yaşa her şeyi. at içine boşver.
bak...
insanlar öyle yapıp ne eziyetler çekiyolar.
ve sen insan değilsin.
canavar değilsin hiç, ve insanlar sana her daim muhtaçtır.
dalsız da güzelsin boşversene!

sen,
dur orda, ağla ağlicaksan...
sessiz sessiz.
içindeki acıyı öyle bi yaşa ki bu seni baki kılsın geleceğin adına.
sonra ne yapmak istersen yaparsın işte. nebilim duruma göre.

imreniyorum sana, imreniyorum ve nefret ediyorum.
çünkü sen!
benden üstün bi varlıksın...
iğrençte olsan, yakışıksız da olsan, ne meyven nede gölgen olsa da...
çünkü sen,
tek başına,
etrafında kimsecikler yokken bile sensin...
yanındaki ölmüş, kalmış, yontulmuş veya budanmış en iyi ihtimalle.
bunlar senin umrunda değil.
olsa da olur, olmasa da...
bencilliğin kimseye dokunmaz bizden başka...
ama sen sensin. insan değilsin.
o halde?
umursama...

insanoğlu ve hayatta kalma çabası adlı, başı sonu belli filmi izle dur yeter...
o film çok önemli bi uğraş senin için bunu unutma...
hiç sonlanmayacak bi film olduğu halde sen yinede sonunu merak ediceksin durduğun yerde...
maksimum hayat çizgine kadar...
kıs kıs gül o iğrenç duruşunla işte,
arkamızdan konuş...
üzüntü, stres, aşk, sevgi, para, idealler, hayaller, üzüntü, içe atımlar, kanser, aids, veba... almış başını giden sanallık...
yaşa be sen.
çünkü biz böyleyiz.

bizde film yarıda kesildiği zaman, ortada bi mutsuzluk beliriyor...
ve içine atıyosun...
sende öyle değil...
ve yaşamın tadını çıkar. gül geç bize, bana veya her birimize........

today is the day?





































...